İnsan esasen ne erkektir ne de dişi. Cinsiyetin farklı olmasının amacı, cinse özgü biçim farkını oluşturmak olmayıp yalnızca üremeye yarar… ”
(Marie Le Jars de Gournay: Kadınlarla Erkeklerin Eşitliği Üzerine)
Podcast: Play in new window | Download
Subscribe: RSS
Bu satırlar, Rönesans döneminin filozoflarından; Marie Le Jars de Gournay’a ait. Bu ismi belki duymamış olabilirsiniz. Gournay, erkek egemen bir dönemde geri planda kalan kadın düşünürlerden sadece birisi. Günümüzde kadın ve erkek eşitliğini savunan bizler, kadınların pek çok konuda ön planda olmasını savunuyoruz fakat tarihte yolculuk yaptığımızda savunduğumuz bu fikirlerden uzak yaşantılar karşımıza çıkıyor. Okuyacağınız bu yazı dizisinde felsefe dünyasının kadın düşünürlerine kısaca değineceğiz.
Bilim dünyasına baktığımızda ünlü fizikçi Marie Curie gibi az da olsa kadın bilim insanları karşımıza çıkıyor. Peki, felsefe dünyasına baktığımızda durum nasıl acaba?
Aristotales, Platon, Descartes… Filozoflar dediğimizde aklımıza gelen ilk isimlerin ortak bir özelliği var; hepsinin erkek olması. Bunun nedenini, düşünebilmenin erkeklere atfedilen bir yetenek olması ile değil, kadınların düşüncelerini erkekler kadar sistematik bir şekilde aktarabilmek için yeterli zaman ve imkânlara sahip olamaması şeklinde açıklamamız mümkündür. Diğer bir neden de kadınların ürettikleri belgelere erkeklerden daha az özen gösterilmesine bağlı olarak savundukları fikirlerin yitip gitmesi olarak açıklanabilir. Daha önce yayınladığımız “Cadılık mı kötü yoksa insanlık mı? Avrupa’da cadı (kadın) avları” yazısında, kadının cadı olarak yakılmasının ardındaki nedenler üzerinde dururken, kadının nasıl ikinci plana itildiğini ifade etmiştik. Aslında bu yazı da kadın olmanın erkeklere göre daha zor koşullarda mücadele etmek olduğunu anlatıyor. Bu konuda araştırma yaparken faydalandığım en önemli kaynağım; “Kadın Filozoflar Tarihi” isimli eserde, toplamda 44 kadın filozofun hayatından kesitlere ulaşabildim. Bu düşünürlerin tamamını ele almaktan ziyade dikkat çekici isimler üzerinde durmak istiyorum.
Kadın filozofları ele alırken kuşkusuz, dönemler bazında incelemek daha iyi olacaktır.
Antik Çağ’ın Güçlü Kadınları:
Felsefenin başlangıcı pek çoğumuzun bildiğin gibi Antik Çağ dönemine dayanmaktadır. Yaşadığı hayatı sorgulama, insan ve dünyayı nitelendirme çabaları ilk bu dönemde, Eski Yunan’da başlar.
Bu dönemde hem kadın hem erkek filozoflar için önemli sorular vardır, şöyle ki insan neden dünyaya gönderilmiştir, dünyadaki görevi nedir, düşünme ve eylem ilişkisi nedir?… vb. gibi. Bu sorulara bağlı olarak oluşan düşünceler felsefenin temeli olarak tarih sayfalarında yerini almıştır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi bu dönemin ünlü düşünürleri denildiğinde karşımıza erkek düşünürler çıkmaktadır ama bu dönemde düşünce dünyasının önemli kadın isimleri de var olmuştur. Bu isimlere ilk vereceğimiz örnek; Krotonlu Theano’dur. Krotonlu Theano en ünlü Pisagorcu kadın olarak tarihteki yerini almıştır. Neden Pisagorcu olduğunu belirtirsek; ilk kadın düşünürlerin Pisagor’un çevresinden çıktığı inancı vardır.Bu çevredeki düşünürlerin, onun matematik bilgilerini ve felsefeye dair düşüncelerinin destekleyicisi ve yayıcısı olduğu kabul edilmektedir.
İşte, Krotonlu Theano da bu düşünürlerden birisidir. İÖ. 550 yılından sonra yaşayan Theano, aynı zamanda Pisagor’un eşidir. Eşi gibi matematiğe meraklı olan Theano Pisagor’dan felsefe dersleri de almış ve eşinin ölümünden sonra Pisagor Okulu’nu yönetmiştir.
Peki, Krotonlu Theano’nun düşünceleri nasıldır? Theano’ya göre, ruh yeniden doğacaktır, bunun için kişi erdemli bir hayat sürmelidir. Sırf madde diye bir şey yoktur, ruh ön planda olmalıdır. Matematik ve müzik önemlidir çünkü ikisinde de sayılar vardır. Öyle ki sayılar düzeni sağlayan tek unsurdur.
Theano Pisagor Okulu’nda kızlara ders vermiştir. Bu derslerinin büyük bir bölümünü ahlak üzerinedir. Kendisinin dönemin ileri görüşlü isimlerinden biri olmasına karşın, derslerinde kadınların geri planda kalarak, iyi bir eş olarak yetiştirilmesini anlatması ilgi çekicidir. Bu durum büyük ölçüde o dönemin sosyal hayatının çizgisini yansıtmaktadır.
Theano’dan sonra yine Antik Çağ’da ele alabileceğimiz diğer bir isim; Aspasia’dır. İÖ. 460’tan sonra yaşayan Aspasia kadın düşünür olarak nitelendirilirken bazı yazarlar tarafından Hetaira (fahişe) olarak nitelendirilen ve alay edilen de bir kadın olmuştur. Bu nokta oldukça dikkat çekicidir. O dönemde Hetaira olarak çalışan kadınlar, para karşılığı bedenlerini satmaktadır. Aspasia da Atina’da Hetaira olarak çalışmaya başlar ve bir Hetaira okulunu işletir. Bu durum onun toplum içerisinde aşağılanmasına yol açsa da öte yandan sahip olduğu felsefe ve retorik bilgisi kendisine hayran bırakmaktadır. Aspasia esasında oldukça iyi eğitim almış bir kadındır. Sokrates’in ondan ders aldığı ve ona hayranlık duyduğu Platon tarafından kaleme alınmıştır. Aspasia yaşadığı dönemde insanları felsefeye yönlendirmeye çalışan önemli bir isim olarak varlık göstermiştir.
Antik çağın diğer önemli bir ismi de Hypatia’dır. M.S. 370 yılından sonra yaşayan Hypatia, Yeni Platonculuğun revaçta olduğu bir dönemde İskenderiye’de yaşamıştır. Önemli bir filozof olmasının yanı sıra astronomi ve matematik ile deilgilenen Hypatia, zor bir dönemde varlığını sürdürmüştür öyle ki, bu dönemde yeni yeni Hristiyanlaşmanın sonucunda Hristiyan olmayanlara karşı düşmanlık mevcuttur. Bu durumdan Hypatia da nasibini almıştır. Felsefenin bu dönemde bölücü, otorite bozucu bir sistem olduğu düşüncesi onun işini daha da zorlaştırmıştır. Buna rağmen üstün zekâsı ile fark yaratan düşünür, İskenderiye Üniversitesi’nde astronomi ve geometri dersleri de vermiştir. Hypatia’nın babası da kendisi kadar ünlü matematikçi olan Theon’dur. Hypatia’nın Platon düşüncelerini savunduğu belirtilmektedir ama maalesef günümüze ulaşan bir eseri bulunmamaktadır. Platoncu felsefeye göre, asıl gerçek görülebilen değil, onun ardında bulunandır. Hypatia’nın da bu fikri savunduğu varsayılmaktadır. Hypatia’nın hayatı hakkında dikkat çekici nokta ise ölümüne ilişkindir. Hypatia pagan olmakla, devletin işlerine karışmakla suçlanmış ve taşlanarak öldürülmüştür. Ne kadar trajik bir durum olduğunu belirtmemize gerek yok değil mi? Hypatia’nın ölümü tarihsel süreç içerisinde kadınlara yapılan zulmün tanıdık bir örneği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu üç düşünürü kısaca ele aldıktan sonra antik dönemin kadın düşünürleri hakkında çok kısa şunları söyleyebiliriz; antik dönemin kadın düşünürleri güçlü karakterlere sahiptir; sessiz kalmak yerine bir okulda varlıklarını sürdürmüşler, kendilerine düşman olunsa da ya da aşağılansalar da bir yandan zekâ ve bilgi birikimleri ile çevresindekileri kendilerine hayran bırakabilmişlerdir.
Ortaçağ’ın Dindar Kadın Düşünürleri:
Antik Çağ’dan Orta Çağ’a geçiş yaptığımızda Hristiyanlık inancına bağlı olarak şekillenen baskın düşünce sistemi karşımıza çıkmaktadır. Din olgusunun gitgide güçlendiği bu dönemde felsefenin etkisi gittikçe azalmıştır. Bu dönemin felsefesi Skolastik Felsefe’dir. Bu felsefenin kökeni Aristotales’e dayandırılmakta ve Hristiyanlık inancının mantık çerçevesinde ele alınmasına çalışılmıştır buna bağlı olarak gelişen fikirlerin hemen hemen hepsi dinsel dogmalar üzerine olmuştur. Bu dönemde kadınların rolüne baktığımızda, kadınların yine geri planda olduklarını söyleyebiliriz. Kadınların skolastik felsefe ile uğraşmaları yasaklanmıştır buna karşın Mistitizm ile ilgilenmelerine engel olunamamıştır. Mistitizm’e göre; kişi kendi içine dönerek, sezgileri ile Tanrı ile yakınlaşabilir. Bu akıma göre “ben” yoktur, Tanrı vardır. Kişi bu şekilde bir gün gelecek bilge kişi haline gelecektir.
“Nasıl ki insan toza dönüşse de sonradan yeniden dirileceği için her zaman var olmaya
devam edecek, eserleri de her zaman görülecektir…”
Bu cümlenin sahibi, Mistitizm akımın önemli temsilcilerinden biri olan Bingenli Hildegard’dır. Bingenli Hildegard, 1098’de doğmuştur, hayatının 30 yılını bir kadın hücresinde geçirmiştir. Sonrasında ise rahibelik yemini etmiştir. Onun hakkında en ilginç detay, erkek manastırlarından bağımsız kendi manastırını kurmasıdır. Bu durum onun güçlü kişiliği hakkında ufak da olsa bir bilgi vermektedir. Bunun yanı sıra o dönemde bir rahibe için yasak olan vaaz gezilerini de gerçekleştirmiş olması ve ikinci bir manastır kurması dönemin devrim niteliğinde gelişmelerinden birisidir. Bingenli Hildegard’ın düşünce yapısına baktığımızda ise, insan-kozmos-tanrı arasında şekillendiğini görüyoruz. Dünya bir bütündür, kişi kendi benliğine bakmak yerine bu bütünü incelemelidir. Dünya Tanrı tarafından tutulan bir tekerlektir. İnsan bu tekerlek içerisinde dengede durmaktadır ve insanın asıl amacı kozmos ve tanrı arasında denge kurmaktır. Bunu “Scvias” isimli kitabında yazmıştır. Bu eserinin yanı sıra erdemli davranış üzerine kaleme aldığı, “Liber Vintae Meritorum” ve insan-kozmos arasında benzetmelere yer verdiği “Liber Divinorum Operum” adlı eserleri mevcuttur. Bingenli Hildegard’a göre insan ve dünya iç içedir. Din hayatın anlamıdır, ruh ve beden arasında ise birbirini tamamlayıcı bir bağ vardır. Ruh kadar beden de önemlidir, bu nedenle kişi yaşarken bedenine de özen göstermelidir.
Bu dönemin diğer bir kadın düşünürü Marguerite Porete’dir. 1255-1320 yıllarında Fransa’da yaşayan bu düşünür de mistik düşüncenin temsilcilerinden kabul edilmektedir. Marguerite Porete’nin hayatı aslında oldukça ilginçtir; din sapkını olarak suçlanarak, yakılarak öldürülmüştür. Bunun nedeni, “Yalın Ruhun Aynası” isimli kitabında savunduğu fikirleridir. Bu kitapta Marguerite, ruhun tamamen özgür olması gerektiğini savunmuştur, buna göre kilisenin kurallarından kopulmalı ve tanrı ile kurulan bağı kişinin kendi içinde kurmalıdır. Bu düşünce tarzı, Orta Çağ dönemi için oldukça cesur düşünceler olup, cezası ölüm olmuştur.
Orta Çağ ile ilgili değinmek istediğimiz bir diğer düşünür ise Fransız Christine de Pizan’dır. Pizan’ın dul bir kadın olması, toplum içerisinde saygınlığının az olmasına yol açmıştır. Gerek bu tutum gerekse gündelik hayatın zorluklarını yaşasa da şiir, siyasi ve felsefi yazılar yazması onun da güçlü bir yapısının olduğunu göstermektedir. En önemli eseri; “Kadınlar Kenti Üstüne” isimli eseridir. Christine de Pizan bu eserinde aslında bir ütopyadan bahsetmektedir. İnancını kaybetmese de eleştiri yapmış ve bunu eserine de yansıtmıştır.
Orta Çağ’ın kadın düşünürlerinin genel özelliklerine baktığımızda, güçlü kişilikler ile karşılaştığımızı söylememiz mümkün. Düşünce sistemlerini değerlendirdiğimizde baskın olanın inanç olduğunu belirtebiliriz.
Rönesans Çağının Aydınlık Kadınları:
Rönesans dönemine geçişle, bilim ve sanat ilerlemeye başlamıştır. Bu dönemde bilim, kilisenin tekelinden çıkar. Daha önce ele aldığımız Leonardo da Vinci, Copernicus gibi isimler dönemin dahi isimleri olarak isimlerini tarih sayfalarına yazdırmışlardır. Bu dönem aynı zamanda skolastik düşünce yapısından uzaklaşılarak yeniden Antik Çağ felsefesinin de önem kazandığı bir dönemdir. Tüm bu gelişmeler olsa da Rönesans cadı avlarının da yapıldığı bir dönem olmuştur. Buna rağmen bu dönemde de yine kadın düşünürler vardır.
“Belirli bir hedefe doğru hareket eden her bir şeyin bu hedefe ulaşınca devinimi kestiğinden ve bunun sonucunda artık devinmediğinden kuşku duyulamaz. Çünkü onu devinim içinde tutan ve deviniminin hedefi olan neden ortadan kalktığında zorunluk olarak etkisi de, yani devinim de yok olur. Oysa alışılmış biçimde seven ve sevilen nesneye bedenen sahip olmaktan başka bir özlemi olmayan herkes, özlediği birleşmeyi elde eder etmez devinimi bırakır, artık sevmez.”
Okuduğunuz bu satırlar, Rönesans döneminin kadın düşünürlerinden birine; Tullia d’Aragona’ya ait. Tullia d’Aragona, ünlü “Aşkın Sonsuzluğu Üstüne Diyalog” isimli eserinde sonsuz büyük aşk üzerine düşüncelerini dile getirmiştir. Tullia d’Aragona, Platoncu geleneğin temsilcilerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. İtalya’da yaşayan düşünür iyi bir eğitim almıştır. Felsefe üzerine yaptığı konuşmalar onu ön plana çıkarsa da cadı ve fahişe olarak suçlanmaktan da kurtulamamıştır.
Rönesans döneminde ele alacağımız diğer bir kadın düşünür ise; Marie Le Jars de Gournay’dır. 1565-1645 yılları arasında yaşayan düşünür felsefenin yanı sıra fizik, geometri, tarihle de ilgilenmiştir. Hayatında dönüm noktalarından birisi filozof Michel de Montaigne ile tanışmasıdır. Bu tanışıklık, Marie Le Jars de Gournay’ın daha cesur bir şekilde düşüncelerini dile getirebilmesini sağlamıştır. Dilin önemi üzerine yaptığı araştırmalar dikkat çekicidir. Başyapıtı olan eseri, “Erkeklerin ve Kadınların Eşitliği Üzerine” kaleme alır ve bu eserinde erkek ve kadının ruhen eşit olduğunu savunur. Teori ve pratiği birleştirdiği yazılarında toplumsal sistem eleştirilerine de yer vermiştir.
Rönesans dönemi kadınlar için cadı avı vakaları açısından tehlikeli bir dönem olmaya devam etse de bir yandan özgür düşüncenin tekrar ortaya çıkması açısından dikkat çekicidir. Bu dönemin kadın düşünürleri Antik Çağ’ın düşünürlerini (Platon, Sokrates.. vb.) kendilerine örnek alarak, skolastik düşünce yapısından bağımsız düşünceler geliştirebilmişlerdir.
Buraya kadar Antik Çağ’dan Rönesans’a kadar olan kadın filizofları ele aldık. Kuşkusuz bu yazıda yazdıklarımızdan başka kadın filozoflar da var, bu isimler sadece bizim seçtiklerimiz. Gelecek ay 17. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan süreçte yer alan isimleri ele alacağız.
Kaynakça:
GLEICHAUF, Ingeborg. “Kadın Filozoflar Tarihi.” çev. Leyla Uslu. Ankara: ODTÜ Yayıncılık, 2007
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/29/205.pdf
http://physics.ucsc.edu/~drip/7B/hypatia.pdf
Çok çok güzel bir yazı olmuş. Teşekkürler.
Güzel bir kaynakça/derleme olmuş, hazırlayanın eline sağlık. Teşekkür ederim.