Kültürler ve genler çoğu zaman etiksel ve ahlaki bağlamda da kesişiyor. Bu yazıda insan embriyolarında genetik değişiklikler yapmanın, yani bir anlamda biyolojik olarak yeni bir insan yaratmanın etik boyutlarından bahsetmek istiyorum. Bu konu tahmin ederseniz oldukça geniş bir yelpazeye yayılmış durumda ve bütün argümanları burada özetlemenin bir imkanı yok. Onun yerine size önce bu konunun neden bir etik tartışma konusu olduğunu anlatmaya çalışacağım. Daha sonra Steven Pinker isimli ünlü akademisyenin bu konuda yeni kaleme aldığı düşüncelerini eleştirel bir şekilde özetleyeceğim.
İsterseniz neden rütin bir şekide onlarca can aldığımla başlayalım.
Korkunç bir canavar değilim inanın.
2013 yılında biyomedikal bilim dünyası yeni bir gen değiştirme teknolojisi ile çalkalandı. Bakterilerde virüslere karşı savunma olarak evrimleşmiş ‘CRISPR-CAS’ mekanizmasını baz alan araştırmacılar, memeli genomlarında istenen her bölgeyi ucuz, isabetli ve hızlı bir şekilde değiştirebilecek bir teknik geliştirmişlerdi. Bu teknik sayesinde bir hücrenin genomunda istenen bir değişikliği yapmak artık çok kolaylaşmıştı.
Genetik mühendisliğinde yeni bir çağa girildi.
Ben de yeni laboratuarımda bu tekniği denemek istiyordum. Evrimsel olarak ilginç işaretler gösteren ve insanlar arasında büyüme hormonunun aktivesini etkileyen bir genetik çeşitliliğin yüz binlerce yıl öncesinde ortaya çıktığını laboratuarımda göstermiştik. Şimdi bu çeşitliliğin (A ve B versiyonlarının) fonksiyonunu anlamak için yukarıda bahsettiğim tekniği kullanarak, A ve B tipi fareler yaratmak için araştırma fonumdan para(cıklar) ayırmıştım. Açıkçası, bu konuda hiç deneyimim olmadığı için çalışmayacağını düşünmüştüm. Ancak, 2 ay ve 3000 dolar kadar sonra Roswell Park Kanser Enstitüsü’nün fare odalarının birisinde B tipi bir erkek fareyle bakışıyorduk bile. Bir memelinin, insan kadar karmaşık bir canlının, DNA’sını değiştirmiştik.
Kısa zaman sonra, gayr-ı resmi olarak İlker adını koyduğum farenin birçok yavrusu oldu. Bunları annelerinden ve babalarından gelen genetik tiplerine göre AA, AB, BB olarak ayırdık ve deneylerimize başladık. Birazdan, artık ölçümlerimizi yaptığımız ve sonraki nesiller için damızlık olarak kullanmayacağımız fareleri bir gaz kutusunda karbon dioksitle boğarak öldüreceğim. Bu acımasız görünen deneyin sonuçları sayesinde umuyorum ki insan evrimini ve çeşitliliğini daha iyi anlayacağız ve dolaylı olarak da insan gelişimi ile ilgili olduğunu düşündüğümüz işlevi anlayarak büyüme problemleri yaşayan hastalara yardım edebileceğiz. Buna rağmen kelime anlamı ile elimde doğmuş fareleri öldürmekten hoşlandığımı söyleyemeyeceğim. Üstelik, eminim ki bu yazıyı okuyup benim gerçekten de canavar olduğumu düşünen hayvanseverler olacaktır. Bilginiz için söylüyorum: İlker hâlâ hayatta.
Bunu anlatmamın sebebi, genetik mühendisliğinin ne kadar kolaylaştığı ve en iyi koşullarda bile genetik modifikasyonların insanın ahlâki duyargalarını uyardığı gerçeği. Fare İlker’e uyguladığımız tekniğin bir insan embriyosunu değiştirmek için kullanılmasının önündeki engeller artık teknolojik veya ekonomik değil, ahlâki. Kendi türümüzü ve evrimimizi biyolojik temelinden değiştirmenin eşiğindeyiz ve hatta çocuklarımız için bu tip ahlâki kararları almaya başladık: ‘Bebeğinizin kordon kanını dondurmak ister misiniz?’
İnsan biyolojisi üzerine savaşlar
İnsanın genetik mirasının üzerindeki kontrol, biyomedikal dünyanın felsefe taşı olagelmiştir. Kimileri tarafından ulaşılması imkânsız ama insan evriminin hastalık ve hatta ölümden arınmış bir sonraki safhası olarak görülmüştür (bkz. Asimov’un Vakıf Serisi). Kimileri ise insanların biyolojik olarak ayrı kastlara ayrıldığı, sanat ve edebiyatın sığ biyolojik özellikler içinde boğulduğu bir kabus senaryosu hayal etmişlerdir (bkz. Cesur Yeni Dünya). Şimdi geldiğimiz nokta ise, böyle konularda genelde olduğu gibi, ‘düşünebildiğimizden daha garip’ ve karmaşık.
Yukarıda bahsettiğim CRISPR-CAS tekniği ile insan embriyolarının genetiğini istenildiği gibi değiştirmek teknolojik olarak mümkün oldu ve bu bilimin Faust ruhlu insanları için karşı konulmaz bir merak yarattı: Doğmamış ve hiç doğamayacak bebeklerin hayatlarını kurtarabilir miyiz? Daha ergenliğe erişemeden korkunç şekilde ölen milyonlarca çocuğa normal bir hayat verebilir miyiz? Bir ömür boyu hayat kalitemizi düşüren yüzlerce marazı ‘tamir edebilir’ miyiz?
Gerçekten de çok zaman geçmeden, Çin’in Sun Yat-sen Üniversitesi’nden kromozomal bir anomaliden dolayı yaşaması imkânsız olan ve bu yüzden kürtajla alınmış onlarca embriyoda talesemi (Akdeniz anemisi) hastalığı ile bağlantılı bir geni CRISPR-CAS tekniği ile değiştirme çabalarını anlatan bir makale yayımladılar.
Ve ortalık karıştı.
Özellikle Amerika ve Avrupa’da bilim insanları ve biyoetik uzmanları bu makalenin etiksel boyutu ve buluntuları üzerine ahlâk felsefesinin birincil prensiplerinden, uzmanlaşmış teknik konulara uzanan geniş bir tartışmaya daldı (örn. burada ve burada ve burada ve burada). Araştırmayı yapan Çinli gruplar ise bu tartışmalara çok fazla bulaşmadan insan embriyoları üzerindeki çalışmalarına devam etmekteler. Sonucu hep beraber göreceğiz. Ancak, size bu tartışmaların ana eksenlerini, kalemi sert ve keskin dilbilimci Steven Pinker’in bir makalesinin eleştirisini yaparak özetlemek istiyorum.
‘Doğamızın iyi melekleri’
Yağmurlu bir Boston gününde, meşhur dilbilimci ve entellektüel Steven Pinker’ı dinlemek için Harvard Kitabevi’nde sıkış tepiş yerimizi almıştık. Amerika’nın en tanınmış dilbilimcilerinden olan Pinker, aynı zamanda keskin kalemi, ateistliği ve de edebi akademik alanlara (örn.: kültürel antropoloji) olan karşıtlığı ile tanınıyordu. Yeni kitabı, Türkçe’ye daha çevrilmemiş olan Doğamızın İyi Melekleri’ni (‘Better Angels of our Nature’) tanıtmak için bir okuma verecekti. Sonunda, uzun, beyaz, kıvırcık saçları uzaktan gördük. Vakit kaybetmeden ve tam zamanında okumasına başladı.
O okurken, kendimi Pinker’ın nasıl düşündüğünü hayal ederken buldum. Belli ki haftalar, aylar, yıllara yayılmış bir tarihsel araştırmanın içinden dökülen rakamlar Pinker’in ellerinde bir düşünsel tren yolunu oluşturan raylara dönüşüyordu. Nasıl tren yolcuları bir istasyondan diğerine, dağları, tepeleri nehirleri aşarak gidiyorsa, biz de Pinker’in düşünce lokomotifinin çektiği vagonlarda insan tarihin içinden geçerek şiddetin bittiği yere doğru yol alıyorduk. Pinker’e göre insanın yol açtığı şiddet (savaşlar, soykırımlar vb.) dünya-tarihsel bağlamda azalıyordu. Her ne kadar televizyonlar, ölü bebekleri, yanan arabaları, sakalı bitmemişlerin kılıçla kestiği kafaları gösterse de, işi rakamlara döktüğümüzde şiddet şu anda tarihte hiç olmadığı kadar azalmıştı, Pinker’a göre. Öyle hissetmesek de şu anda görülmemiş bir refah çağındayız diye bitiriyordu yazar sözlerini.
Entellektüel bir hızlı tren yolculuğundan sonra affallamış bir şekilde eve doğru bisikletimi sürerken, kafamda neden Pinker’ın söyledikleriyle ilgili kuşkularım olduğunu düşünüyordum. Acaba Pinker’in de iddia ettiği gibi insan, duygusal bir hayvan olarak, bazı konularda tam olarak rasyonel düşünemiyor muydu? Ben de bu duygusallıktan mı muzdariptim? Ama biraz daha düşününce, iki enteresan fikir geldi aklıma: Bir, Pinker’ın düşünce treninde bir istasyondan diğerine giderken, bir çok konuya değinmiş ama tam derinliğine girmeden bu konulardan uzaklaşmıştık. Sanki bu keşfedilmemiş ancak göz ucu ile farkına varılmış bu önemli konuların içinde Pinker’in söyledikleri ile çelişen veya en azında işi karmaşıklaştıran öğeler vardı. Sanki Pinker bunu bildiği halde bize bu noktaları gözlemleyecek vakit bırakmıyordu.
Kafama takılan ikinci mesele ise Pinker gibi başka entellektüel devlerin düşünceleri tren analojisi ile anlaşılacak gibi değildi. Okuduğum, dinlediğim başka düşünürler bir örümcek ağı gibi üzerine düşünülen konuyu saran, konuyla ilgili bir sonuca (istasyona) varmaktansa, o konuyu, örneğin şiddeti, insanın ve toplumun her kısmı ile etkileşimde olan bir parça olarak anlamlandırıyorlardı. Örneğin Clifford Geertz isimli ünlü kültürel antropolog, insanı ‘kendi ördüğü kültürel ağlar ile çevrilmiş bir hayvan’ olarak tanımlamıştı. Acaba Pinker’ın birçok bilimde bir saat gibi çalışan düşünce sistemi, karmaşık insan davranışlarını anlamak için kısıtlı mıydı?
Eve geldim. Oğlumun yemeğini yedirmeye oturdum. Ve şiddet üzerine olan düşünceler sonra kullanılmak üzere beynimin bir yerlerine katlanıp konuldu.
Derken iki hafta önce Pinker yazının başında bahsettiğim CRISPR-CAS tekniğini konu alan ve çok ses getiren bir köşe yazısı yazdı. Bu köşe yazısını okurken, hatıralarımdaki Pinker lokomotifini hemen tanıdım. Pinker seneler önce yaptığı gibi bizi bir istasyondan diğerine götürüyordu.
‘YOLDAN ÇEKİL’ diye bağırıyordu Pinker biyoetikçilere, bir köşe yazısında ne kadar bağrılabiliyorsa öyle bağırarak…
Pinker’in fikir lokomotifi şu şekilde ilerliyordu:
İlk İstasyon: Şu anda kişisel otonomi presibine dayanan kuvvetli biyoetik kuralları vardır. Kısaca, her insan aynı derecede acı çekme, mutlu ve başarılı olma, mantık yürütme ve seçme kapasitesi olduğundan dolayı, hiç kimsenin diğer bir insanın hayatı, vücudu ve özgürlüğü üzerinde hakkı yoktur. Bunun dışında etik kurallarına ihtiyaç yoktur.
İkinci istasyon: Biyomedikal araştırmacılar insan yaşamını iyileştirmek konusunda bir devrimin eşiğindeler. CRISPR-CAS bu devrimin ateşleyicisi. Artık yaşlılık hastalıklarından, bebekleri etkileyen genetik hastalıklara insanların hayatlarını kabusa çeviren bir çok illetin çaresi bulunmak üzere. Bu, milyarlarca insanın hayatını etkileyecek.
Üçüncü istasyon: Fakat biyoetikçiler dini, ideolojik ve felsefi presiplere dayanan ahlaki regülasyonlar ortaya atıyorlar. Biyoetikçilerin argümanları genelde bir biyomedikal ilerlemenin (örn. insan genetiğinin değiştirilebilmesinin) inanılmaz boyutlarda sosyal, politik ve ekonomik kaos yaratacağını öngörüyor. Halbuki bunun için hiçbir kanıt yok. Aksine biyomedikal gelişmeler genelde büyük devrimlerden ziyade birbirinin üzerine inşa edilen küçük buluşlarla inşa ediliyor. Zaten teknolojilerin gelecekte olacak etkilerini takip etmekte çok kötüyüz. Örneğin Facebook’un etkisini hiçbirimiz tahmin edemedik. Bugün, CRISPR ile kafamızı yorarken, başka bir teknoloji belki de çok daha büyük bir etki yaratacak. Dolayısı ile biyoetikçilerin bu argümanları irrasyoneldir.
Dördüncü istasyon: Bu engeller her sene araştırmaları yavaşlatıp, doğmadan ölen bebeklerden, engellerle yaşayan insanlara ve kanser hastalarına milyonlarca insanın hayatını karartmakta.
Varış istasyonu: Biyoetikçiler, biyomedikal bilimin önündeki en büyük engeldir. Biyoetikçilerin yapacakları en ahlaki davranış, biyomedikal araştırmaların önünden çekilmektir.
Pinker’ın yazısını okuduktan sonra içimi bir sıkıntı kapladı. Çünkü savunduğu ve daha çok hak tanımasını istediği biyomedikal araştırmacılardan birisi de bendim. Pinker’ı desteklemem, ona güç vermem gerekirdi. Ama içimde bu yazı ile ilgili kötü bir his vardı, aynı Boston’da hissettiğim gibi. Ancak, Pinker’ın kuvvetli mantık silsilesinin içinde karşı bir argüman yaratamıyordum. Örneğin Pinker’ın düşüncesine karşı ses getirmiş bir duruş, Pinker’ın çıkış noktası olan kişisel otonomi prensibinin yetersizliği ile ilgili idi. Pinker sadece kişisel otonominin tek etik prensip olması gerektiğini savunuyordu. Leon Kass’ın başını çektiği bir çok biyoetikçi ise insan onurunu (dignity) en önemli ahlaki öğe olarak tanımlıyordu ve argümanlarını bu bağlam içerisinde anlamlandırıyorlardı. Onlar için önemli olan onurlu bir şekilde ölebilmek, onurlu bir şekilde yaşayabilmek ve onurlu bir şekide çocuklarını büyütebilmek gibi etik prensiplerde. Pinker bu onur meselesine, tabiri caiz ise, kin kusuyordu bir başka yazısında.
Pinker’in sorunu ‘onur’ kavramının keskin bir şekilde tanımlanamaması ile ilgiliydi. Kızının onurunu korumak için yetişkin bir kadının cinsel davranışlarını kontrol eden bir babanın veya dini onurunu korumak için çocuğunun tedavisini reddeden bir annenin düşünceleri ne kadar anlamlıydı? Örneğin, dindar birisi olarak insan genetiğinin değiştirilmesinin Tanrı’nın işine karışılacağı, bunun dini onura zarar vereceği gibi bir argüman geliştirilebildi. Ama bu sağlam bir etik platform için uygun bir prensip miydi gerçekten?
Gerçekten de bu İnsan onuru meselesi konusunda Pinker’e katılıyorum. Pinker’ın argümanındaki beni rahatsız eden öğeler başkaydı. Bu konuda sağlıklı düşünmek için, aynı Bong Joon-ho’nun etkileyici filmi Snow Piercer’ın ana kahramanları gibi, Pinker’in düşünce treninin trenin önü veya arkası arasında karar vermek yerine trenin camından dışarı bakmak lazım.
Grinin 50 tonunda bilim insanları
Kanımca, Pinker’ın argümanının ilk zayıf noktası, bilim insanlarının egoları yüksek, değişik ideolojik görüşlerden gelen, kimi zaman sakar, kimi zaman acımasız, kimi zaman sorunlu bireyler olmaları gerçeğini göz ardı etmesi. Bizim zavallı farelerle ilgili bir örnek vereyeyim. Bundan bir ay önce, kuyruklarının ucundan, DNA analizi yapmak için, küçük bir parça almak üzere hayvan merkezindeydim. Bu tip deneyler, dışarıdan gelen havayı en aza indirmek için kuvvetli vakumlu ve kapalı ortamlarda yapılmakta. Fakat küçücük parçanın vakum tarafından çekilmemesi için, kuyruğu kesmeden önce vakumu kapatmak gerekiyor. Bu sefer, artık aklımda ne varsa, vakumu kapatmayı unuttum. Zavallı farenin kuyruğunu kestiğim anda farkettim hatamı, ancak kuyruk parçası vakuma kaçtı. Ben o panikle fareyi elimden kaçırdım ve fare kuyruğundan kanlar damlayarak kapalı ortamın içinde dört dönmeye başladı. İki dakika sonra, fareyi yakalayıp biraz daha örnek aldım. Benim dikkatsizliğim yüzünden fare boşu boşuna strese girmiş, kardeşlerine oranla da iki kat kuyruk kaybetmişti. Bu olaydan sonra kendimi çok kötü hissettim ve bir cerrah olmamakla ne kadar isabetli bir karar verdiğimi farkettim.
Farelerin değil de, bir yakınınızın veya kendinizin başına bu tip bir hatanın geldiğini düşünsenize. İşte bu tip dikkatsizlikleri en düşük seviyeye getirmek için biyoetikçilerin önderliğinde birçok eğitimden geçiyoruz ve birçok kuralı takip ediyoruz. Bu bir kısım insanlara sorunlu ve yavaşlatıcı gelebilir, ancak benim fikrim rasyonel bir şekilde farenin stresini ve acısını azaltacak şekilde kodlandığı sürece, bu tip biyoetik kuralların yararlı olduğu yönünde. Biyoetik tartışmalar, din temelli veya irrasyonel olsalar bile, en azından olumlu tartışmaları tetikleyebiliyorlar. Örneğin, ‘Better’ isimli kitabında Atul Gawande, birçok hastanede yeni cerrahi teknolojilerin değil, mevcut tekniklerin doğru ve efektif uygulanmasının insan hayat kalitesini çok daha fazla arttıracağını savunuyor. Pinker sanıyorum bu konuda aynı fikirdedir. Ama makalesindeki argümanı zayıflatacağı için değinmemeyi tercih etmiş sanıyorum.
Pinker’ın yazısı ile ilgili ikinci sorunum da yine bilim insanının becerisini ilgilendiriyor. Bazen, bilim insanları teknolojik gelişmelerin yapabileceklerinin etkisinde kalıp, olası tehlikelerini göz ardı edebiliyorlar. Tıp dünyası aceleci doktorların riski tam olarak bilmeden uyguladıkları tedavilerin trajik sonuçları ile dolu. Örneğin virüs bazlı gen terapisi 1990’larda, CRISPR tekniğine benzer bir şekilde, yeni bir çağın habercisi olarak görülüyordu. Ancak, bu tekniğin en yüksek bütçeli ve en iyi takımlarından birisininin liderliğinde gerçekleşen ve Jesse Gelsinger’in 1999 yılındaki trajik ve medyatik ölümü ile sonuçlanan Pennsylvania Üniversitesi gen terapisi deneyi ciddi kuşkuların oluşmasına yol açtı. Anlaşılan doktorlar ve bilim insanları bu gelecek vaat eden tekniğin risklerini iyi anlayamamışlardı. Bugün dahi Gelsinger’in tam olarak neden öldüğü bilinmiyor. Her ne kadar Pinker’ın dediği gibi temel olarak bir klinik deneyi dini veya net olarak tanımlanmayan ahlaki terimlerle kısıtlamak doğru değilse de, bu tip tartışmalar tedavilerin ve teknolojilerin bilinebilen risklerinin tartışılmasını sağlayan yaratıyor. Özellikle biyomedikal çalışmaların %11-50 arasının yeni deneylerle tekrar edilemediğini (replike edilemediğini) düşünürsek, varolan düzenlemelerin yeterli olup olmadığı konusunda bir tartışmanın sağlıklı olduğunu kabul etmek gerekir.
İnsan hayatının değeri
Pinker’ın yazısından yola çıkarak değinmek istediğim son bir konu var: İnsan hayatının anlamı ve değeri.
İşin felsefi temelinde, benim fikirlerim ile Pinker’in fikirleri örtüşüyor. Ben de, teknolojik gelişmelerin düzenlenmesinde muğlak ve dine, geleneğe veya duygusal tepkilere dayanan etik kurallarının yarardan çok zararı olduğunu düşünüyorum. Daha ziyade, kişisel otonomiyi, merakı ve ölçülebilir yarar/zarar hesabını ön plana çıkaran etik platformlarının daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Yukarıda belirttiğim sakarlık ve risk ölçümünün dikkatli yapılmaması zaten birçok bilim insanın da paylaştığı ve Pinker’in temel tezi ile çelişmeyen meseleler. Ancak Pinker’in yazısı ile ilgili tam olarak katılmadığım bir konu daha var.
Pinker yazısının başında hastalıkların insanlardan sadece 2010’da 2,5 milyar sene çaldığını söylüyor, The Global Burden of Disease isimli bir projeye dayanarak. Bunun korkunç bir tutar olduğunu, savaşlardan, soykırımlardan ve politik olarak çok daha fazla ses getiren felaketlerden daha önemli olduğunu savunuyor.
Katılıyorum.
Daha sonra bu sorunun önündeki engelin biyoetikçiler olduğunu söylüyor. Burada bir duralıyorum.
Pinker’ın düşünce treninin camından bakarken, uzakta küçük bir nokta gözümüze çarpıyor. Pinker gelişmiş ülkelerde geliştirilen teknolojilerin eninde sonunda, fakir ülkeler zenginleştikçe ve teknolojiler ucuzladıkça, dünyaya yayılacağını düşünüyor. Ancak, koleranın 100 bin, sıtmanın 500 bin, zatürrenin, çoğu çocuk 1,5 milyon, çocuk ölümlerinin ise 5 milyondan fazla can aldığını düşünürseniz, ve bu önlenebilir ölümlerin neredeyse hepsinin fakir ülkelerde olduğunu da gözönüne alırsanız, Pinker’ın bu düşüncesinin yanlış olduğunu düşünmemek elde değil.
Eğer ki ana hedefimiz insan hastalıklarının insan toplumuna ve bireylere olan yükünü azaltmaksa, biyomedikal araştırmalardan ziyade, varolan teknolojilerin, örneğin antibiyotiklerin, aşıların, hijyenik doğum olanaklarının, temiz içme suyunun, düzgün ve yeterli gıdanın tüm dünyada bir insan hakkı olarak sağlanmasını savunmak gerekir. Gerçekten de, biyomedikal araştırmaya ayrılan fonların çok azı ile önemli gelişmeler sağlanabiliyor. Hans Rosling’in bu konudaki konuşması son derece içaçıcı.
Ancak, insanlık olarak bu konuda kat edeceğimiz çok yol var.
Ve Steven Pinker’ın sözünü ettiği küçük ve anlamlı teknolojik gelişmelerin insan hayatını, özellikle fakir ülkelerde, sihirli bir şekilde iyileştireceği konusunda şüpheliyim.
Dahası, bilim insanları toplumdan ayrı değil, aksine toplumun bir parçası olarak, kültürel ve ideolojik dinamikler içinde hareket ediyorlar ve düşünüyorlar. İnsan üzerindeki ilk CRISPR deneylerinin, bilimin en hızlı geliştiği Batı dünyasında değil de Çin üniversitelerinde yapılmış olması da bu dinamiklerin etkisinin bir göstergesi. Bilim de diğer insan düşünsel yapılar gibi lineer bir şekilde devamlı gelişen ve iyileşen bir kavram olarak anlaşılmamalı. Bilim evrenin akla sığmaz zenginliği ve bilinmezliği içinde kaybolmamaya çalışan insanların oluşturdukları bir ağ. Ancak bu ağın nasıl örüldüğü, hangi yöne gideceği ve insanın geleceği için nasıl sonuçlar doğuracağı sadece bilimsel yöntemin mekaniği ve doğal olarak birbirine bağlı gerçeklerle değil aynı zamanda toplumun ideolojik ve kültürel kuvvetler tarafından belirleniyor.
İşin en özüne gelince, ben de aynı Pinker gibi bilimsel ilerlemenin önündeki gereksiz etik engellerin kalkmasını ve bilime mümkün olan her türlü kaynağın sağlanmasını istiyorum. Ancak bunu Pinker’ın yaptığı gibi işlevsel bir platforma oturtmanın sorunlu olduğunu düşünüyorum. Pinker’ın işlevsel felsefesine göre, bugünkü uzay programları ve temel bilimler biyomedikal bilimin yanında ahlaki olarak zayıf. Halbuki, bilim, aynı kardeşleri sanat ve felsefe gibi, bireylerin ve toplumların kendini yeniden yaratabilmesine imkan veren bir süreç. Örneğin, CRISPR teknolojisi biyolojimizi kelime anlamıyla yeniden yaratabilmek için bir imkan veriyor. Nasıl kendi kültürel evrimimizi kontrol etmeyi başardıysak, nasıl kendi ekolojimizin efendisi olduysak, kendi biyolojimizin efendisi olmamız da mümkün olacak. Bunun sonuçlarını tahmin etmek mümkün değil. Ancak, bu teknolojiyi kullanıp kullanmamaktan ziyade, tartışmanın nasıl olur da bu teknolojiyi herkesin refahını iyileştirecek şekilde kullanabiliriz ekseninde yürütülmesi gerektiğini düşünüyorum. Sonuçta bilim, insanlar olarak kendimizi tanımak üzere çıktığımız, merakla beslenen ve insan kültürü içinde anlamlı bir yolculuk.
Kapak fotoğrafı: Young Frankenstein oyunundan bir sahne, Flickr
Harika bir yazı,
Bilimin soğukluğunu bu kadar güzel felsefe ve ahlak ile ısıtan bir yazı okumamıştım daha önce
biyoetikçilerin ,biyomedikalcilerin önünde bir engel olduğu düşünmek genelgeçer evrensel ahlaki tutumları hiçe saymaktır bana göre.Çünkü var olan teknolojik uygulamaların insan onuruna yaraşır bir şekilde kullanılacağı gibi kötü emeller uğruna da kullanılabilir bu da insanoğlunun kendi sonun faili yapar.Kısacası biyoetikçilerin bu konu hakkındaki tutumları olası kötü emellerin engelleyicisi olabilir.